Son bir iki yılın gerilimi bol tartışma süreçlerine baktığımızda müslüman cemaatlerin ve Türkiye kökenli insanların kurdukları Sivil Toplum Kuruluşları’nın (STK) temsilcileri bir tartışmadan diğerine koşmak zorundalar. Bu süreçte cemaatler ve STK’lar talep ve ihtiyaçlarını olması gerektiği şekilde kamuoyu ile paylaşabiliyorlar mı, bu konu tartışmalı.
Özellikle konuya kamuoyu ilişkileri açısından bakıldığında cemaatlerin ve STK’ların içeriklerini kendilerinin belirledikleri ve kendi görüş ve fikirlerini paylaşabildikleri bir kamuoyu ilişkisine halen sahip olamadıklarını ve kendi taleplerini gündeme getiremediklerini görüyoruz. Tam tersine basın ve siyasette cemaat ve STK’larımızı kendi gündemleri ile değil, haklarında dışarıdan gündem oluşturulduğunda ancak görebiliyoruz. Cemaat ve STK’larımız bu durumda kamuoyunun önüne ancak tepkisel aktörler olarak çıkabilmekteler. Belli bir orjinaliteye sahip fikir ve görüşlerini ortaya koyamamaları da geniş bir kamuoyunun dikkatini kurumların faaliyet ve kazanımlarının üzerine çekmekte başarısız kalmaktalar. İçerik olmadığında da, cemaat ve STK’larımızın aktif bir şekilde kamuoyunda yer edinme gibi bir uğraşın içinde olmaları zor. Nitekim bu durumda kamuoyu ile paylaşacak nelerinin olduğu da ayrı bir soru.
Sorun nerede diye araştırdığımızda bu durumun özrü olarak yeterli kaynağın, maddi ve personel olarak, var olmadığını duyarız. Özellikle “kaynak eksikliği” özrü bir tabiat kanunu kesinliğinde değişmez bir durum olarak algılanır ve yansıtılır. Cemaat ve STK’ların kurumsal yapılarına göz attığımızda en azından geçmişte olduğu gibi dil engelinin nispeten ortadan kalktığını görüyoruz. Kamuoyu ile ilişkilerde en azından yerel dili bilmemek kurumsal bir handikap olmaktan çıkmış durumda. Yerel şubelerde dahi kamuoyu ilişkilerini yerel dilde sürdürecek ve geliştirecek kapasiteye sahip insanlar mevcut. Ama kamuoyu ilişkileri gibi bir konuda yerel dili bilmek bir ön şart olduğu kadar, yerine getirilmesi gereken tek şartta değildir. Mesela daha geçtiğimiz ay yoğunlaşan ve ARD kanalında yayınlanan “Moscheereport” (Cami Reportajı) bağlamında ortaya çıkan tartışmalar, basın ile sürdürülmesi gereken ilişkilerde sadece yerel dili, yani bu durumda Almanca’yı bilmenin yeterli olmadığını gösterdi. Bu alanda faal olan birçok aktör bu noktadaki yetersizliğinin ne yazık ki farkında dahi değil. Hatta basın ile sürdürdükleri ilişki şekli en hafif tabirle naif olarak tarif edilebilir.
Peki cemaat ve STK’larımızın dış algıları ile ilgili gerekli sorgulama ve özeleştiriyi gerçekleştirebiliyorlar mı? Kamuoyunda kurum olarak nasıl algılanıyor, yayınlarda nasıl yansıtılıyorlar, bunu olması gerektiği gibi araştırıyorlar mı?
Bu konuda genellememeye dikkat etmek gerekiyor, ama en azından büyük cemaat ve STK’larda kamuoyu ile ilişkiler ve kurumun dış algısıyla ilginin sadece birkaç kişinin ilgi alanına girmediğinin farkında olmak gerekiyor. Ki kamuoyu ile ilişkiler dediğimiz konuyu kurumsal pazarlamaya ve reklam faaliyetleri ile karıştırmamak gerekiyor. Burada söz konusu olan sadece ambalajı güzelleştirmek olmadığını bilmemiz gerekiyor. Kurumların dış algısında etkin hale getirilmesi gereken iç değerleridir.
Özellikle son aylarda cemaatlerin yaşadığı krizler bize ne yazık ki şunu gösterdi: Özellikle büyük kurumlarımızın kendilerini algıladıkları şekille kamuoyunun onları algılaması arasında çok ciddi farklar var. Bunun sebeplerinin arasında kurumlarımızın birçok üst düzey yöneticisinin kurum hakkındaki dış algıyı yardım almadan kendi başlarını algılama imkanlarının olmadıkları bir durumundayız. Bunun yerine dış algının kendilerine sağlıklı ve doğru bir şekilde aktarılmasına muhtaçlar ki, bunun da olması gerektiği gibi gerçekleşmediğine sık sık şahit oluyoruz.
Etkin bir kamuoyu ve basın ilişkisini ancak gerekli siyasi ve toplumsal arka plan göz önünde tutulduğunda gerçekleşebilir. Siyasi ve toplumsal gerçekleri dikkate almayan bir iletişim çalışması faydadan çok zarara dahi sebebiyet verebilir. Bu şekilde iletişim kurmaktan çok yeni ön yargılar ve zanlara zemin hazırlanmış olunur. Sözde iletişimin katılımcıları birbirleri ile konuşuyor olsalar bile birbirlerini eksik yada yanlış anlamaya mahkum olmaktalar. Özellikle de kurumun dışarıya iletişimi ile içeride yürüttüğü siyaset arasında bir çelişki mevcut ise, bunun dış kamuoyuna yansıması da kaçınılmaz bir sonuç olur.
Kamuoyu ve basın ile yaşanan bu iletişimsizliğin aşılabilmesi için farklı eksenleri dikkate almak gerekiyor. İlk olarak kurumun iç ve ‘dış dünyası’ arasındaki geçişgenliğini suni engellerle koparmamaya özen göstermemiz gerekiyor. Kurumumuzun iç dünyası ile “dış dünya” arasında aşılamaz bir engel koyduğumuzda iletişimin sağlıklı gerçekleşmesi imkansız hale gelir. Bu kopukluğun aşılabilmesi için ise sadece Almanca bilmek yeterli olmayacaktır. Bu alanda faaliyet gösterecek elemanların da Basın ve Kamuoyu İlişkileri konusunda yeterli hale gelmeleri gerekiyor. Böyle bir yeterlilik ise doğuştan oluşacak bir şey değil. Bu yeterlilik için ya uzun süren bir deneme ve yanılma sürecini geçirmek gerekiyor, yada gerekli danışmanlığı dışarıdan çalışmalara dahil etmek gerekiyor.